11 Mart 2011 Cuma

*Egeşegedre...BUDAPEŞTE

    Ne biçim bir blog yazarıyım ben ya!!!Son yazımın üzerinden iki ay geçti fakat parmaklarım bir türlü klavyeye erişmedi.Dikkatinizi çekerim erişemedi demiyorum.Evet,üşendim.Çünkü o kadar çok şey birikti ki anlatamam gibi geldi ama bir yerinden tutup başlamak lazım.Blogumu unuttuğum bu iki aylık süreci yatarak geçirmedim tabi ki.Araya bir Budapeşte ve bir İspanya gezisi, yaklaşık 6 sınav ve bir de oda değiştirme prosedürleri girince 2 ay göz açıp kapayıncaya kadar geçti.O zaman akılsız başın cezasını parmaklar çeker diyerek,tekrar merhaba blogger deyip, güzel şehir,Macar diyarı Budapeşte'ye ayırıyorum bu yazımı.

   Öncelikle Macarların Budapeşte'ye 'Budapest' denmesine kıl olduklarını ve ana lisanında şehrin BUDAPEŞT şeklinde okunduğunu belirtmek isterim.Gezimizin ilk gününde katılmış olduğumuz free tour'un şirin mi şirin rehberi Suzi'cik 15 dk boyunca  insanlara bunu öğretmeye çalıştığı için bilinçaltımda yer etti.Macaristanla ilgili karşılaştığımız en ilginç ve gezi boyunca hepimizİ rahatsız eden şey para birimleri olan 3 sıfırlı -Forintti.1tl nin yaklaşık olarak 120 forint'e denk gelmesi hepimizin ekonomi mantığı biraz sarstı tabi.Bu karmaşayla yenen ve daha sonra ucuz olduğuna karar verilen akşam yemeğimizden sonra kendimizce bir gece turu yaptık vardığımız akşam fakat Budapeşte'nin soğuğu da Prag'ı aratmadığından yine makul bir saatte sıcak ve şirin hostelimize geri döndük.İkinci gün ekibimiz daha da kalabalıklaştı ve böylelikle daha eğlenceli bir hal aldı gezi.Başta bu geniş ve eğlenceli grubumuzla şehrin Peşte kısmını gezdikten sonra yukarıda da bahsetmiş olduğum free toura katıldık.Savaşın derin izlerini taşıyan görkemli binalarıyla Budapeşte hepimiz büyüledi.Şehrin sembolü haline gelen gotik hükümet binasından sonra 'Chain Bridge' vasıtasıyla Tuna Nehrinin diğer tarafına yani Buda'ya geçtik.Şirin tur rehberimiz Suzi bizi aldığı gibi Fisherman Bastion
adındaki yalnızca süs amaçlı yapılmış olan kaleye götürdü.Bu kale benim Budapeşte de en çok hoşuma giden yapı olarak kaldı çünkü kuleleri Walt Disney'in ünlü şatosuna ilham kaynağı olmuş zamanında.Ne yazık ki kış ayında hava erken karardığı için Buda tarafında daha fazla zaman geçiremedik.Kraliyet sarayını ve Buda'da bulunan diğer yerleri bir sonraki güne bırakarak karnımızı doyuracak bir yer aramaya koyulduk.Mc amca sağ olsun yine bizi aç bırakmadı (ne yazık ki...).Karnımızı da doyurduktan sonra yorucu günümüzü güzel bir jazz konseriyle noktaladık.O kadar yorucuydu ki günümüz yakışıklı jazzcı amcalara rağmen konserde gözlerimi açık tutamadım...:((
    İkinci günümüzde, yarım kalan Buda kısmı tamamlamaya adadık kendimizi.Yine aynı rotayı izleyerek Kraliyet Sarayına çıktık yalnızca açık avlusunda dolaştığımız Saray bana gayette Dolmabahçe'yi hatırlattı.Önünde hoplamalı zıplamalı fotograflar çekindikten sonra sıradaki durağımız olan Citadell ve Gilbert Hill'e doğru yola koyulduk.Bu kısımlarını Ezop Masalları gibi anlatsam yeridir, çünkü bildiğiniz dağ bayır yürüdük Budapeşte de ayaklarımızı donduran kara rağmen. Citadell e ulaştığımızda hepimiz havanın kapalı olmasına söverek, yine kapalı mapalı dinlemeden fotograflar çekindik.Dönüş yolunun bize tattırmış olduğu patinaj keyfiyle ve karın guruldamalarımızla şehre ulaştık ve hemen gidip karnımızı doyurduk.Geceye hostelde devam ettik ki iyiki öyle yapmışız...Hostelde gayet enternasyonel bir grupla (kanadalı, amerikalı abiler, samimi portekizliler) muhabbete daldıktan sonra bir de üzerine poker oynadıkta gecemiz şenlendi.

     Üçüncü gün hepimiz için muhallaktaydı çünkü hem o akşam dönecektik,hem termale gidecektik, hem de Heroes Square i gezecektik.İlk başta imkansız gibi görünen bu rota bizi epey yordu fakat termale girmeseydik çok şey kaçırmış olacağımızı anladıktan sonra koşturmacamıza değdiğine karar verdik.Budapeştenin termalleri çok meşhur bizde en meşhuruna gittik, makul bir fiyata tabi ki.35 ila 20 derece arası değişen sıcak sularda yüzmek bir havuzdan diğerine girip çıkmak bizi baya eğlendirdi.Heroes Square de -ne yazik ki-termal keyfini tadamayan arkadaşlarımızla buluştuktan sonra.Hediye eşya alışverişinde forintlerin dibine vurduk.Euro daha pahalı olmasına rağmen bu forint olayı bizi çok daha fazla sinir etti.İyi ki atmışız 0'ları dedim sonra.Ama her ne kadar pratik matematiğim yetmese de çevirmeye,güzel macar insanlarının EUR  karşısında, 3 sıfırlı paralarının arkasında durmaları beni mutlu etti bir yandan.Bir de o kadar yazdım da Macar dilinden falan hiç söz etmedim ayıp bana.Hayatımda duyduğum en ilginç dil.Nereye çeksen oraya gelir ister Türkçeye benzet,ister Romenceye, ister Çekçeye...bu sıra daha böle devam eder.Ama ilk günkü tur rehberimizin söylediğine göre Fince ile aynı ailedenmiş bu dil ve Türkçe'ylede baya benzer kelimeleri var.Bütün dillerin karışımından oluşmuş eğlenceli bir dil gibi geliyor kulağa.En güzeli de batılı memleketlerden gelen insanların bir türlü söyleyemediği '*egeşegedre' yi dillendirmek.Kelimenin meali,türkçede şerefe, ingilizcede cheers,çekçede ise nazdravi.
  
    Genel olarak Macar Tarihinden bahsetmem gerekirse aynı demir perde ülkeleri gibi anti komünist bireyler yetişmiş durumda.Fakat şehir olarak Budapeşte çok yara almış ikinci dünya savaşı ve soğuk savaş sırasında. Hitler pek bir iz bırakamamış şehre çünkü Macarlar Nazilere hemen teslim olmuşlar yani durum Çeklerle aynı.Biz de bu yaralı şehirde ,kasvetli havanında etkisiyle hüzünlü hüzünlü dolaştık ama neticede her birimiz çok mutlu ayrıldık Budapeşteden,çok sevdik Budapeşte 'yi.Aldık onu ,kalbimizde Prag'ın dibine iliştirdik.Ve bir daha hiç savaş görmemesini dileyerek ayrıldık Budapeşte den.
 Ayrıca şunu da sölemeden gecemiyeceğim, Budapeşte'de beni yalnız bırakmayan ve böylelikle onu daha güzel hale getiren arkadaşlarım Müge, Sevgi, Sinem, Ahsen, Pelin, Zekiye, Gizem ve tabi hepimiz için özel bir insan olarak kalıcak Julieta'ya çok teşekkür ediyorum....

HOŞÇAKAL BUDA ,HOŞÇAKAL PEŞTE ,HOŞÇAKAL *DANUBE


*DANUBE:TUNA NEHRİNİN MACARCASI

13 Ocak 2011 Perşembe

KARLOVY VARY,PLZEN VE SOĞUK

         Çek Cumhuriyetin'de Prag'ın iki saat kuzeyinde ünlüler kervanı olarak bilinen, şirin mi şirin,kaynarcalarıyla meşhur bir şehir vardır,Karlovy Vary adında.Eğer Çek cumhuriyetine gelmişseniz veya gelecekseniz ve gezmeye en az benim kadar düşkünseniz burayı duymamanız imkansız.Hatta bu şehir Prag'tan bile ünlü bazı durumlarda.Öyle ki bu küçücük şehir 4-5 tane filmde mekan olarak kullanılmış.Bizde Aralığın başında bu güzel şehri merak ettik ve  buraya bir gezi düzenledik.Bir de dedik ki, Karlovy Vary yetmez, biranın kaynağı Plzen'i ekleyelim araya.Fakat geziye başlamadan önce bizi düşündüren bir tek şey vardı: SOĞUK!!!!!!!!!
     Denizli'nin horozlarının sesini duyduktan sonra ilk Student Agency otobüsü ile ilk durağımız olan Karlovy Vary'e vardık.Hemen hostelimizi bulduk.Isınma problemi dışında bize sağladığı konforla bu hostel Viyana'daki hostelimizden çok daha güzeldi çünkü 1 oda ve 1 salonuyla bize tahsis edilmiş bir ev gibiydi.Yerleştikten sonra hiç ara vermeden Karlovy Vary'yi keşfe başladık.Ana caddesinde dolaşırken adım başı bir kaynarca gördük ve gaza gelip hepsinin tadına bakmaya karar verdik.Fakat ilk denememizden sonra bir daha ağzımıza almamaya yemin ettik.Genel olarak insanların bahar veya yaz aylarında geldikleri Karlovy Vary'i kışın ortasında gezmenin bizi farklı kılacağını düşünüp kendimizi avutarak son nokta Diana Kulesine vardık. Prag'tan sonra, mimari açıdan kule pek bir şeye benzemese de sunduğu manzara ve içerideki sıcak ve loş ortam bizi tatmin etti.Kulede içilen güzel ve sıcak kahvenin verdiği gazla hostele dönüşe geçtik. Hostele girmeden önce Çek Ülkesinin Migros'u olan Albert'ten sabah kahvaltılık ve akşam için mikrodalgalık bir şeyler aldıktan sonra ünlü şehir Karlovy Vary'de hoş bir gece geçirdik.Fakat Karlovy Vary'li Jan Becher ustanın müzesini gezemediğimiz ve Becherovka'yı (diğer adı karlovarska-carlsbad'dır) yerinde tadamadığımız için içimizde bir kaç ukte kaldı ve baharda tekrar gelinecekler listesine alındı Karlovy Vary Her ne kadar baharda daha bir güzel olacağını düşünsem de kışın o beyaz örtüsü üzerindeyken de bu şehir güzeldi.Bir Çek Şehrinden çok soğuğundan mı kürk mantolu kadınlarından mı bilemeyeceğim ama Rus şehri gibi duruyordu.''Sen nereden biliyorsun sanki çok mu Rusya gördün'' diyeceksiniz.....film sektörü ve hayal gücü sağ olsun ne diyim:))

        Ertesi gün Plzen için beklentilerimizi minimuma düşürerek yola çıktık.Bunun sebebi ilk olarak soğuk,ikinci olarak ise önceden arkadaşlarımızın Plzen hakkında söylemiş olduklarıydı.Plzen şirin bir şehirdi fakat biz o şirinliğin tadına pek varamadık.Varsak da o soğukta yüz kaslarımız çalışmadığından bizler bunu pek hissettiremedik çevremize.Fakat gerçek Çek birası hepimizin soğuk havadan kaynaklı stresini aldı ve donmuş olan ayak parmaklarımızı çözdü.Türkçe adıyla Pilsen diye okunan bu şirin şehirde dünya bira üretiminin yarısını elinde tutan  Pilsner Urquell'in fabrikasına girmek Plzen'de yaptığımız en doğru şeydi ki çok sevgili gıda mühendisi arkadaşlarım Müge ve Sevgi ve tabi ki kimya ve biyoteknolojiyle ilgilenen ben ,Julieta ve Salla bütün bir fabrikayı ve üretim sürecini hayranlıkla gezdik ve  Plzen bizim için özetle şu hale geldi:

Plzen'den sonra alınmaya karar verilen yün çorap 125 kr,
Bira üretimini Plzen'de öğrenmek 100 kr,
Gezi sonunda filtresiz Çek birasını tatmak ve fıçı içinden çıkmak paha biçilemez...:))


 Gezdik,eğlendik,gezip eğlenirken bir de üşüdük ve sonunda Prag'ımıza geri döndük ve her şeye rağmen MUTLUYUZ..

Seni Seviyorum Ceska Republika  :)) 

27 Aralık 2010 Pazartesi

ARKADAŞLAR VE PRAG



     Bu yazımda güzel şehrimiz Prag'ta geçirmiş olduğum en güzel günlerimden bahsedeceğim sizlere.İlk olarak beni ve şehri ziyarete gelen arkadaşlarım Taner'e, Ekinciğime ve Tuğçeçiğime teşekkür ediyorum.

   Kasım ayı benim için arkadaş heyecanlıyla geçti.Uzun süredir Ekin ve Tuğçe'nin Prag gelmesi söz konusuyken.Bir gün Taner'in göndermiş olduğu mesajla mutluluğum tavan yaptı.Taner kurban bayramı tatili için doğu avrupayı seçerek beni de ve zannediyorum ki kardeşini de çok sevindirdi. Öncesinde Viyana havasını soluyan grup(Taner,arkadaşı Selami ve kardeşleri) Prag'ta ne yazık ki yağmurlu ve sisli bir havayla karşılaştılar.Güzel bir gloush ve özel bir patates yemeğinden sonra 2 günlük güzel gezilerine başladılar.Tanerler için üzüldüğüm bir diğer nokta ise gezileri sırasında Prag Kalesinin İstanbul Sultanahmeti aratmaması oldu.Kurban Bayramını fırsat bilen yurdum insanı Budapeşte-Viyana-Prag turlarına hücum etmiş anladığımız kadarlarıyla.Ne olursa olsun Prag'ta onlarla kısa da olsa-zaman geçirmek çok güzeldi ben çok eğlendim umuyorum ki onlarda memnun kalmışlardır.


    Taner ve grubunu uğurladıktan, günlerce ne yapsak ne etsek de buluşsak dediğim arkadaşlarım Ekin ve Tuğçe'deydi sıra.Ruzyne'de onları karşılamamla muhteşem bir 4 gün başladı.İlk günümüzü Prag'a gelen her turistin yaptığı gibi eski şehire harcadık.Kale yerine ise gezeceğimiz yerleri önceden görmek amaçlı Petrin e çıkıp bir güzel şehir manzarasını soluduk.Havanın erken karardığı Prag'ta Tuğçe'ciğim ve Ekin'ciğim görkemli Charles Bridge'le gece ışıkları altında tanıştılar.Kulelerinde birine çıkarak köprü turumuza ayrı bir eğlence katarken kule manzarasıyla daha bir Prag heyecanı yaşadık-ilk kez çıkan ben de.İkinci günümüz ise daha sanatsal bir gün oldu.Üçümüz de çok heyecanlandık çünkü ilk opera deneyimimizi yaşayacaktık-Ekin'in izmir deki deneyimini saymazsak tabii.Gezimize kale bölgesinden başladık, güzel bir kale turundan sonra oyuncak müzesiydi durağımız.Müze çıkışında hepimiz oyuncağını insan hayatında cidden ne kadar önemli olabileceğini kavramıştık.Zaten müzeyi de biraz ağzı açık gezdik...Kale tepesinden sonra alelacele Lennon Duvarı-Çikolata ve Kommünizm Müzelerini de turladıktan sonra opera binasına giden ilk tramvaya atladık(bu kadar çok şeyi nasıl yapabildiğimize gerçekten inanamıyorum)Opera binasının oyuncu girişinden girerek güzelce aramaya başladığımız salonu bide oyunun başrol oyuncusuna sorarak yerin dibine girdik ve sonunda yalnış yolda olduğumuzu anlayıp doğru izleyici kapısına gittik.Tabi adamın oyuncu olduğunu anlayınca güzelce bir gece muhabbeti çıktı bize.Operadan sonra hemen karşıdaki Slavia Kafe'de, daha önce orada hiç karşılaşmadığım kaba ve kötü bir hizmetle karşılaşıp,pastalarımızı yedikten sonra Prag'ın ilk karı altında yurda geri döndük.Ertesi gün bir ilginçlik yapıp, kara aldırış etmeden,Vysehrad'ta açık havada kahvaltı yaptık.Soğuk havayı seven ben ve Prag soğuna alıştığını iddia eden İbrahim bile dona dona Vysehrad'ı gezerken,İspanya'nın bağrından kopup gelmiş,sıcak sever canım arkadaşlarımın halini düşünmek istemiyorum...
  Akşam üzerimizi christmas ağaçı ışıklandırma izdihamına ve hediyelik-hatıralık eşya alışverişine ayırdık.Christmas izdihamından sonra merkezin ara sokaklarında hem fiyat karşılaştırdık hem de güzel güzel fotoğraf çekindikFakat meydandaki şenlikler cidden çok güzeldi ve christmas havasını da beraber tadabildik.Ama christmas karın doyurmuyor tabii...uzunca süre karar veremedikten sonra rastgele girdiğimiz restoranda hoş bir yemekle tatmin olduk.Gece hayatı tanıtımında pek başarılı olamadım ve ne yazık ki Prag'ta daha önce karşılaşmadığım hareketlerle karşılaştık ve gecemizi erken bitirdik.3 gün boyunca tek eksik kalan şey bot gezisiydi ve dönmeden önce yapılması gerekiyordu.Hemen 15 dk'da bir olduğunu öğrendiğimiz tura katıldık.Yakışıklı bir kaptan eşliğinde bir de Vltava tarihi öğrendik.Ve son yemeğimizi havaalanındaki Subway'de yedik:((



    Arkadaşlarımla Prag daha da bir güzel oldu ve bende onu bir daha keşfettim onlarla.Tanerlerle kısa sürelide olsa çok güzel bir iki gün geçirdim ve keşke kurban bayramı biraz daha uzun sürseydi diyerek ayrıldım onlardan.Ekin ve Tuğçe ile ise Ruzyne'de onları karşılamamdan, uğurlamama kadar inanılmaz eğlenceli bir zaman geçirdim ve İspanya'da buluşmak üzere ayrıldım.Hepsine geldikleri için çok teşekkür ediyorum ama halen daha özlemeye devam ediyorum:((Napiimm insanoğlu nankör işte!!!

     


20 Kasım 2010 Cumartesi

ARBEIT MACHT FREI*-TEREZIN

         Güzel Viyana gezimizden sonra geçen hafta tüylerimiz diken diken eden bir yerdeydik. Prag merkezden 1 saat 45 dk gibi bir uzaklıkta olan  kasaba-Terezin.Küçücük bir kasaba olan Terezin aslında insanlık tarihinin en acımasız soy kırımını görmüş, geçirmiş.Bazılarınızın başlıktan da anlayacağı üzere Terezin bir nazi kampı.Elbet ki bir Auschwitz gibi değil ama, insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor orda 1 saat geçirmek.Kasabaya özellikle yağmurlu bir havada giderseniz-bizim yaptığımız gibi,binaların soğukluğu yüzünüze yüzünüze vuruyor ve Terezin içinde bulundurduğu Getto'suyla bile insanlara olan inancınızı sevginizi yerle bir edebiliyor.Bir şöyle bir şey var ki Terezin, görebileceğiniz toplama kampları arasında en dayanılabilir olanı.Zaten böyle olmasının sebebi ise bir imha (extermination )kampı değil,toplama ve dağıtma kampı olması.Yani Avrupa'daki yahudiler önce bu tarz kamplarda toplanıp daha sonra Auschwitz, Treblinka gibi imha kamplarına dağıtılıyordu.Fakat böyle bir prosedür  uygulamasına rağmen Terezin'de de 3.000 kadar yahudi öldürüldüğü bir gerçek.
        Terezin'in elbet ki soykırım öncesi bir geçmişi de var. Terezin Avusturya İmparatoru,  2. Joseph tarafından askeri bir üs olarak kuruluyor.Fakat daha sonra hem askeri hem düşünce suçluları için bir hapishane'ye dönüştürülüyor.En ünlü mahkumu ise, tarih derslerinde adından hiç söz edilmeyen, fakat Franz Ferdinand'a yaptığı suikast 1. dünya savaşına sebebiyet veren Gavrilo Princip.2. dünya savaşına kadar komünistleri , çingeneleri, yehova şahitlerini içinde bulunduran hapishane.2. dünya savaşında bir toplama kampına çevriliyor.
        Bölgeye vardığımızda ilk durağımız Getto Müzesi oldu.Getto bölgesi denildiğinde akla ilk başta yahudiler gelse de aslında bu terim azınlıkların yerleştirildiği bölgeler için kullanılan genel bir terimdir.Yahudi soykırımının maksimuma ulaştığı dönemlerde yahudi gettoları boşaltılıyor ve buradaki insanlar kamplara dağıtılıyor ve gettolarda yalnızca müzelerde sergilenen yahudilere ait çizimler eşyalar bırakılıyor.Bu noktada kamp gezimizdeki rehberimizin dediğine göre,Terezinde yaşlı ve üst seviyede olan insanlar kamplara götürülmemiş,gettolarda bırakılmış.Zaten biz de müzede sergilenen resimleri, karikatürleri görünce insanların o koşullarda nasıl böyle çizimler yaptıklarına hayret etmiştik.Getto müzesi bunların dışında, gettolardaki yaşam koşullarını da insanlara aktarabilmek için bazı örneklendirmeleri de içeriyor.Getto müzesinden sonra Terezinde öle esirlerin cesetlerinin yakıldığı bir tünele geçtik.Burada sergilenen çok bir şey yoktu fakat sergilenenler kanımızı daha da dondurdu.Naaşların taşındığı bir at arabası, tabutlar ve Davut'un Yıldızının arkasında kutucuklarda saklanan küller.
    Getto'dan ve soykırım anıtından sonra Terezin sokaklarında suskun suskun kamp alanına doğru yürümeye başladık.Kampın girişinde, geniş bir alanda yahudi -anıt mezarları bulunuyordu.Mezarlıktan geçtikten sonra,bizi Terezin konusunda aydınlatan rehberimizle tanışıp kamp ziyaretimize başladık.Turumuz kampın kronolojisine göre başta hapishanelik döneminin anlatımı ve bu dönemin mahkumlarının odalarını görmemizle başladı.Bu odalar, bulundurdukları çalışma masaları, lavaboları, kitaplıkları ve tek kişilik yataklarıyla daha sonra göreceklerimizin yanında lüks kalıyordu.Daha sonra 'ARBEI MACHT FREI' yazısının altından geçip büyük bir avluya çıktı ki artık soykırım en acı kısmıyla yüz yüzeydik.İlk başta koğuşları ziyaret ettik ve normal koşullarda ancak 10 kişinin sığabileceği 30 kişilik yatakları gördük.Koğuşlardan sonra duş bölümüne geçtik.Bir anda 100 kişinin sokulduğu duş odasını dışında bir soyunma odası ve çamaşır kazanı mevcut.Esirler çamaşırlarını buraya bırakırlar ve duşa geçerlermiş.Duşta ılık su mevcut değil.Ya çok soğuk yada çok sıcak suyla yıkanacaksınız ve seçme  şansınız yok.Bu uygulamanın acı tarafı şu ki duştan çıkan insanlar kurumamış elbiselerini üstlerine geçirdikten sonra 0 derecenin altındaki soğuk havaya çıkarılıyorlar ve çalışmaya zorlanıyorlar.
Duş odalarından sonra uzunca bir tünele girdik ve bu tünelin sonunda ölüm çukuru adı verilen bölgeye çıktık.Tünel hapishane zamanlarında mahkumların kaçmak için kullandıkları bir tünelmiş.Nazi döneminde ise esirlerin için bir ölüm yolu.Ölüm çukuru adı verilen alanda, yerde haç şeklinde oyulmuş 1 insan boyunda 3 tane çukur gördük ve bu çukurların 100 metre kadar karşısındaki duvarda mermi izleri.Esirleri bu duvara dayayıp kurşuna diziyorlar ve çukurları da rahat ateş edebilmek için kullanıyorlarmış.Hemen bir diğer tarafta kısa bir dar ağacı bulunuyordu.Neden bu kadar kısa olduğunu sorduğumuzda rehber kısa bir dar ağacında insanın 30-45 dk.gibi bir sürede acı çekerek can verdiğini açıkladı.Kamp ziyaretimiz sonunda rehberimiz Terezin'de hiç gaz odası bulunmadığını, inşa çalışmalarına başlandığını fakat bitirilemediğini açıkladı.Kamp bizim için son duraktı  içimizi kaplayan bir sükunetle, yaşadığımız şu dünyaya bir kez daha söverek yurdumuza geri döndük.
         Yazımı bitirmeden önce Yahudi Soykırımıyla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.Her ne kadar kimileri için Siyonizm reklamı ,kimileri için ise bir ülkeyi var etmek için planlanmış bir komplo teorisi olsa da sonuç kesindir ki orada ister yahudi olsun ister dinsiz olsun bir sürü masum insan işkence gördü ve öldürüldü.Kesinlikle yahudi sempatizanı veya anti semitist değilim ama şunu söyleyebilirim ki hiç bir bulgu bu korkunç ölüm gerçeğini değiştirmeyecek.Fakat bir yandan da insanlar önlerine ne konursa ona evet diyen canlılara dönüşme yolunda ilerliyor.Üsttekiler dünyayı nasıl görmemizi istiyorsa öyle görüyoruz.Her ne kadar dünyadaki tek soykırım bu olmasa da insanlar diğerlerine aldırış etmeden, yahudi soykırımıyla vicdanlarını biraz dürtüp, halen daha gruplaşmaya, ırkçılığa ve kendilerinden olmayanı yargılamaya devam ediyorlar. Herkes yahudi soykırımını kafasına yerleştirip,hiç kimse Avrupanın Kızılderili soykırımından, Belçikanın Ruanda Soykırımdanİngilizlerin Aborjin Soykırımlarından bahsetmiyor.Ve ne yazık ki insanlar, İsrail'in yıllardır Filistine yaptıkları karşısında daha yeni seslerini çıkarmaya başladılar.En acısı da şudur ki bir soykırımı bir diğer soykırımla yargılamaya çalıştılar.İsrail'in yardım gemisine yaptığı saldırıdan sonra herkes başımıza bir Hitler hayranı kesildi. Bu noktada, apaçık ortada ki hepimiz tek bir doğruya yönlendiriliyoruz. Bunlar dünyanın acı gerçekleri ve küçük hayatlarımızın arka planında bu gerçekler var.Bu yüzden onları göz ardı edemeyiz.En azından aramızdaki farklılıkları (din ,dil,vs..)artık es geçip, beraber yaşamayı öğrenmeliyiz.
Neyse şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.




*...'çalışmak özgürleştirir'...

17 Kasım 2010 Çarşamba

KLASİKLERİN ŞEHRİ: WIEN-VIENNA-VİYANA









         Geçtiğimiz hafta bloguma alelacele viyana ya gideceğimi iliştirmiştim.Gittik,gördük,gezdik Viyana'ı. Büyük,krem rengi sarayların,geniş caddelerin olduğu Viyana da 3 gün geçirmek için ucuzundan bir hostel ayarladık kendimize ve sağ olsun sarı student agency otobüslerimizle çıktık yola.Önceden Viyana'daki fiyatların metini duyduğumuz için yanımıza hazır salata, konserve, ton balığı, tost ekmeği, şokella, ucuz çek birası gibi malzemeleri stokladık.Her Viyana'ya gidecek öğrenciye tavsiyemdir bunu yapmaları.4.5 saatlik bir gece yolculuğundan sonra Viyana'nın soğuk-ayaz havasıyla saat sabah 5.30 gibi Praterstern'de karşılaştık.O saatte varınca şükrettik ki Viyana'da 24 saat çalışan bir metro mevcut.Neyse ki sağ salim vardık hostelimize(labyrinth hostel) .Odamız 4 kişilik mixed dorm bir odaydı ve kaldığımız son gün tanışacağımız fransız bir oda arkadaşımız vardı.Eşyalarımızı hostel lobisine bıraktıktan sonra saat 1.00 da giriş yapmak üzere çıktık viyana sokaklarına.Viyana nın bir numaralı buluşma noktası olan museumquarter meydanındaki iki dev müzenin önünde bir şeyler atıştırdık.Prag'la karşılaştırınca bu binalar bize ciddi anlamda büyük geldi.Sonra bu tarihi alandan ayrılıp başka bir tarihi alana Hofburg Sarayı'na geçtik.Hofburg'de fazla takılmadık zaten zamanımız kısıtlı olduğunda şehrin merkezine doğru yürüdük.Viyana'nın ara sokaklarından geçtik ve bu kısa turumuzun sonunda tekrar museumquarter'a vardık.Arkadaşlarım Müge ve Sevgi otele yerleştikten sonra uyumaya ve dinlenmeye karar verdiler.Ama benim yerimde durmaya pek niyetim yoktu.Dolayısıyla zaten şehir merkezine çok yakın olan hostelimden ayrıldıktan sonra farklı farklı yollardan geçerek kendimi parlamento binasının önünde buldum.Devasa bir bina olan bu parlamento binası Rathaus adı verilen bir mevkide bulunuyor.Önündeki heykeller ise gerçekten göz alıcı güzellikte.Fakat şöyle bir ilginçlik var ki en büyük heykel savaş tanrıçası Athena'ya ait. Bu güzel parlamento binasını hemen yanında civara adını veren Rathaus parkı ve binası bulunuyor.Bana Prag'taki gotik binaları hatırlatan Rathaus içinde kocaman ve ekstra lüks bir restoran buluduruyor.O sırada elimde herhangi bir rehber olmadığı için bu binanı özelliklerini öğrenemedim.Fakat önündeki parkta oturup,dinlenerek güzelliğinin keyfini çıkardım.
          Bu sırada kulağıma slogan sesleri gelmeye başladı.İlerleyince gördüm ki, çoğunu öğrencilerin oluşturduğu bir 1 Mayıs topluluğu ellerinde pankartlar ve gramafonlarla eyleme hazırlanıyorlar.Küreselleşme dili İngilizce'nin yardımıyla Avusturyalı bir kızdan eylemin içeriğini öğrendikten sonra,kusura bakmayın ama ülkemizdeki pasif halka herşeyin müstahak olduğu kararına vardım.Şöyle ki ; Avusturya hükumeti öğrencilerine öğrenim süreleri boyunca geri dönüşümü olmayan belli bir miktar burs veriyormuş ve bu miktar tabi ki aile gelirine göre değişiyormuş.Fakat bu son dönemde hükumet burs süresini 2 yıl kısaltmış ve bunun üzerine de öğrenciler sokaklara hücum etmişler.Kıza 'eylem işe yaramazsa ne yapacaklar' dediğimde topluca derse girmeyecekleri cevabını alıp daha da bir dumur oldum.


        Yürüyüşün belirli bir bölümüne katıldıktan sonra hostele gittim arkadaşlarımı uyandırdım.Viyana için hazırlamış olduğumuz yolluklarımızdan beslendikten sonra bir de Viyana'nın gecesini merak ederek tekrar bir Rathaus yoluna düştük. Daha önceden Barış'ın da 'orayı mutlaka gece gör 'tavsiyesi üzerine şehir merkezinden çıkarak, Viyana nın gece ışıkları altında Rathaus'a ulaştık.Dediğinde hak ver verdim Barış'a gündüz güzeldi ama gece muhteşemdi burası.Daha sonra üniversitenin önünden öylesine bir tramvaya binip 4-5 durak sonra indik ve kendimizi sabah önünden geçtiğimiz opera binasının önünde bulduk.Şehrin büyüklüğünde olsa gerek caddeleri bana Prag'a göre çok daha boş geldi.Daha sonra ikisinin karşılaştırmasını yapacağım zaten.Opera binasından sonra Karplatz a doğru yürüdük ve oradan tekrar museumquarter'a ulaştık.Viyana'daki ilk günümde şehri şöyle bir yüzeysel olarak tanımış oldum.






İkinci günümüzde yalnızca 3 kişi değildik.Çünkü diğer ülkelerden Prag 'a ICT' ye gelen arkadaşlarımızla beraberdik.Çok enternasyonel bir gruptuk kanımca.Bu durumdan gezinin sonunda çok memnun kaldım çünkü çok iyi arkadaşlar edindiğimi söyleyebilirim.Elimde bir rehber olmamasının rahatsızlığını bu sefer yaşamadım çünkü gruptaki arkadaşlarımızda birinde detaylı bir rehber bulunuyordu ve bir tane edinene kadar bizde onu izledik.İlk durağımız şehrin her tarafından görülebilen Stephansdorm du.Çatısı mozaik taşlarla bezeli,gotik bir katolik katedral olan    Stephansdorm ibadete ve ziyarete açık.Bir fatiha'dan sonra Prag'ımızın astronomik saatini anacağımız Wien-Anchor Saatin önüne geldik.Eğer Avusturya tarihinin önemli insanlarının hepsini birden görmek istiyorsanız buraya saat 12.00 gelmeniz gerekiyor.Her figür bir saati temsil ederek geçiyor ve saat 12 de sıfırlanıyor.Acıkan karınlarımızın gurultuları eşliğinde,Karlplatz Parkına vardık ve gece görmüş olduğumuz barok tarzlı Charles Kilisesini bir de gündüz gördük,beğendik bir de önünde oturup güzel bir öğle yemeği yedik.
upper belvedere
lower belvedere
    Bir sonraki mekanımız ihtişamlı Belvedere Sarayı'idi.Öyküsü Kanuni Sultan Süleyman 'ın kuşatmasına dayanan bu saray kuşatmadan sağ çıkabilmenin şerefine yaptırılmış.İki bölümden oluşuyor upper(üst) ve lower(alt) Belevedere.Bu iki bölüm arasında ise alıp elinize kitabınızı okuyabileceğiniz viyana manzaralı bir bahçe var.Bizim gezeceğimiz bölüm üst belvedere bölümüydü.Bu bölümde ünlü ressamların orijinal eserleri sergilenmekteydi.Benim en çok merak ettiğim kısım ise bir dönem masaüstümü süslemiş olan Gustav Klimt'in 'The Kiss' tablosuydu.İçeri girince daha sevindiğim şey ise Van GOGH'unda orjinal tablolarını görebilmek oldu.Belvedere nin içinde uzun bir süre sanatla boğulduktan sonra-yanlış anlamayın,ben bundan büyük bir zevk aldım-Viyana nın cadde ortasına kurulmuş ünlü ve tarihi marketine yani pazarına gittik.Çok zengin bir pazar ama alışveriş edebilmek için de zengin olmak gerekiyordu.Pazarda anladık ki Viyana da bir dolu Türk var.Sevgili arkadaşlarımın Türk lokumlarını gördüklerinde verdikleri tepkiden onlarda bizim Türk olduğumuzu anlıyorlardı ve selam veriyorlardı.
      Viyana'ya gelmeden önce aklımdaki tek şey klasik müzik konseri veya operaydı.Fakat gün içinde anladık ki eğer konsere gidersek diğer bütün şeylerden feragat etmemiz gerekecek.Tam opera fikri başka bahara kaldı diyordum ki opera binasını dışına izlemek isteyenler için bedava bir platform kurulduğunu öğrendik ve hostelde ki yemeğimizden sonra dondurucu Viyana soğuğunda operayı izledik.Bazı arkadaşlar çabuk pes etseler de ben dayandım ve yaklaşık 1.30 saat izledim.Fransızların oluşturduğu grup ayrıldıktan sonra biz de yani Müge,Sevgi,Ben ve Kolombiyalı arkadaşımız Julieta bir Irish bara gittik ve içkilerimizi de içtikten sonra inanılmaz bir yorgunlukla kendimizi hostele attık.








     Viyana'daki son günüm benim için en güzel geçen gün oldu.Çünkü grup olarak çok sıcaktık,eğlendik ve cidden gitmek istediğim yerlere gittim.Bir önceki gün Fransızların bize karşı olan kaba hareketleri Julieta'nın ve Finlandiyalı arkadaşımız Salla'nın da dikkatini çekmişti.Bizim yanımızdayken ortak dil ingilizceyi hiç kullanmıyorlar ve Fransızca gülüp eğleniyor ve sohbet ediyorlardı ve bu bizim tarafımızdan hiç hoş karşılanmamıştı. Diğer yabancı arkadaşlarımızda aynı kanıya varınca biz de bir terslik olmadığı kesinleşmiş oldu.Ve üçüncü günün sabahı Viyana sokaklarına çıktık beraberce ilk başta ayrıldık çünkü hepimizin gitmek istediği yerler farklıydı.Ben Juleta ve Salla'nın daha önceden gitmiş oldukları Viyana Moder Sanat Müzesine (MUMOK) a gitmek istiyordum.Barış'ın tavsiyesine güvenerek hareket ettim ve çok memnun kaldım.MUMOK çok güzeldi,kendinizi herhangi bir Stanley Kubrick  filminde falan hissediyorsunuz.MUMOK'tan sonra tekrar buluşup Rathaus tarafında bulunan Beethoven'ın evini görmeye gittik.Beethoven 'ın Viyana'da iki tane evi var.Ben yolumuzun üzerindekinin Beethoven'ı Anlamak filmindeki evi olmasını umuyordum fakat öyle olmadı.


     Bu hayal kırıklığından sonra Doğa Tarihi Müzesinde vardı sırada.Viyana'ya geleceğim günden beri hakkında heyecanlandığım bir müzeydi.Heyecanlanmakta haklı olduğumu anladım.Gerçekten çok geniş bir koleksiyona sahip bu müze eğer Doğa tarihi ile ilgileniyorsanız kaçırmayın derim.Özellikle dinazorların geçmişine ışık tutan kısım çok iyiydi.
    


  Müze gezilerimizi tamamladıktan sonra,son gecemizde Viyana'ya özel bir şey yemeğe karar verdik.Hostelimizin yakınındaki bir restoran da görüp görebileceğiniz en kaba garson hizmetinde kocaman bir şinitzel yedik.Avusturya'nın meşhur yiyeceği olan bu şinitzel beni evimde hissetirdi çünkü annemin yaptığında ne eksik ne de fazlaydı,aynıydı.Ama bu beni çok mutlu etti çünkü uzun süredir annemin yemekleri hatırlatacak lezzette bir şey yememiştim ve Viyana'da yemek tecrübesini de yaşamış oldum.Son durağımız benim gibi adrenalin manyakları için birebir olan Prater Lunaparkıydı.Oyuncakların bilet ücretleri yaşattığı heyecanla doğru orantılıydı fakat buna rağmen hepimizin binebileceği bir tane seçtik  ve medium seviyedeki heyecanın tadını çıkardık.Prater ben ,müge,sevgi için son duraktı Viyana'da çünkü ertesi sabaha otobüsümüz vardı.Prater den dönüşte Rengarenk Hundertwasser binasını da gördükten sonra hostelimize geri döndük ve Julieta ile Salla'dan Prag'ta görüşmek üzere ayrıldık.


         Viyana ve Prag Doğu Avrupa'nın devamlı karşılaştırılan iki güzel şehri.Benden de bu karşılaştırmayı yapmamı bekleyebilirsiniz.Viyana kocaman, krem tonlarındaki sarayların hakim olduğu bir rönesans şehri, Prag ise kulelerin ve şatoların hakim olduğu bir ortaçağ şehri ve ikisininde kendine has güzellikleri var.Ama savaş görmemiş olmasından veya başka nedenlerden ötürü Prag'ta bir doğallık hakim, renkli binaları dar sokakları onu daha sempatik kılıyor bana göre.Yani özetlemek gerekirse Viyana özenle yazılmış,notalara keskin vuruşlarla çalınan bir klasik müzik eseriyken, Prag  ritimin öne çıktığı, anlık duygu patlamasıyla yazılmış bir kelt ezgisidir.Tavsiye olarak: Prag'a yolunuz düşerse Viyana'yı, Viyana'ya yolunuz düşerse Prag'ı kaçırmayın derim

27 Ekim 2010 Çarşamba

BEKLE BENİ VİYANA

Florenc ten gece 00.30 kalkacak otobüse yetişmeye çalışıyorum şu an :))
Bekle beni Viyana sana geliyorum...!!!!

24 Ekim 2010 Pazar

GEZ GEZ GEZENTİ...




   İki haftalık bir aradan sonra tekrar blogumun başına geçtim.Bunun için sizlerden özür diliyorum kendimi daha iyi affettirebilmek için bir kerede iki başlık açacağım.Neyse ilk başta Çek Cumhuriyetinde Prag dışında gezdiğim yerlerden bahsedeceğim sizlere.Tabi hep Prag olmuyor diyeceğim ama oluyor:)hem de çok güzel oluyor.Yani şehrin kendisi yeter ama civarda diğer güzelliklerden de tabi ki mahrum kalmak,soyutlanmak ayıp olur,yazık olur.Daha henüz hepsine gidememiş olsamda,çok güzel yerler gördüm Prag civarlarında.



  Önce bir Kutna Hora var ki, evlere şenlik.Bir yandan kiliseler falan filan,bir yandan da ağaçların içinde kaybolan taş evler,bir yandan yerin metrelerce altında eski gümüş madeni vs.vs...Kutna Hora'ya başta tek başıma gitmeyi planlıyordum ama daha sonra erasmus grubuyla gitmenin daha güzel olabileceğini düşündüm.İyi ki de öyle yapmışım.Grubumu seviyorum(?)Neyse bu konuyu bir tarafa bırakıp Kutna Hora'yı anlatmalıyım size.Valla orada bizi eşşek kadar katedrallere,derin mi derin madenlere sokmuş olsalar da,beni ve büyük ihtimalle grubun çoğunu en çok etkileyen,katedrallerin şapeli kadar yer kaplamayan kemikli kiliseydi.Kilisenin içinde insan kemiklerinden dekore edilmiş  kocaman bir avize ve tabandan tavana ulaşan iki piramit bulunuyor.Neyse bu kilisenin tarihinde -aklımda kaldığı bölümünü anlatıyorum-Moravia ve Bohemya ayrılığı yatıyor.İki krallık arasındaki savaşta ölen insanlar, buraya gömülüyorlar,şu an hala kilisenin tam orta yerinde, yerin altında duruyormuş kemikler.Daha sonra saygıdeğer Çek-Bohem aile Schwarzenberg, aynı zamanda bir biraya adını veren aile,tarafından kemiklerin bir kısmıyla içerideki sarkaç,piramit,avize gibi motifler oluşturuluyor.Ve kilise korkutmaya ürkütmeye devam ediyor.Umarım bu yazacaklarımdan sonra çok fazla yargılanmam ama,arkasında böyle bir vahşet barındıran kiliseye giren yurdumun insanları her Schwarzenberg birasında görebilecekleri, aile armasında bulunan Türk'ün gözünü oyan kargayı bulma derdine düşüp,kiliseden, yıllar önce ölmüş aile liderlerine söverek çıkıyorlar.Bense yalnızca ilginç.. ilginç demekle yetinmek ve alakamı bu noktada bırakmak istiyorum.


   Romantik Kutna Hora öncesinde  bir ortaçağ şatosu olan Karlstejn'e ufak bir gezimiz olmuştu.Çevremde  müze,antik kent,kale,kaya ,taş sever biri olarak tanınan ben baya merak ediyordum bu kalenin içini.Ama gidince şöyle üzücü bir durum oldu ki sonradan bunun ne büyük bir şans olduğunu anladık,kale yolunda üzüm festivali dönemi olduğu için bizden para istediler.Sadece bir yol ve 80 kr.Neyse dedik, verdik paraları.Kale ücretini bir yandan tahmin etmeye çalışırken,kaleye yaklaştıkca kulağımıza mistik ve ilginç ezgiler gelmeye başladı.İlk başta carol singers vari kızlardan oluşan bu blok flüt korosu daha sonra yerini kelt ve germen ezgilerinden oluşan bir müziğe ve fareli köyün kavalcısı kostümlü abilere bıraktı.Tabi durum böyle olunca hepimiz kaleden vazgeçip bir anda kendimizi müziğe kaptırdık.Kaleye girseydik kendimi bu adar ortaçağda hissetmezdim büyük ihtimalle.Yani o başta verdiğimiz 80 kr bize şöyle güzel bir geleneksel konser bileti oldu.Bir de yolda ,kaleye doğru çıkarken içtiğimiz ev yapımı şaraplarda içimizi ısıttı o soğuk günde.Yani diyeceğim şudur ki Eylül sonu Prag'a gelirseniz bu şenliği kaçırmayın.